Felsefi Fenomenolojik Yaklaşım; Vicdan ve Ruhun aklıyla vicdanın sınırlarını aşmak
Fenomenoloji felsefi bir yöntemdir; varoluşun temelinde bütünleştirici düzlem ve zihinsel olarak kavrama gereksiniminin ötesinde açılmaya dayalıdır ve fenomenolojide söz konusu olan; olgu çokluğunda esas olanı algılamaktır. Esas olanın; özümüzde karşılığı, varlığımızın her düzleminde yaşayabilmek için iyi-kötü ayrımını bir yana bırakmamızın gerekliliğidir. Böylelikle varoluş bütünüyle algılanabilecek ve yaşam deneyiminde merkezlenebilecektir.
Vicdanın en temel işlevi, bizi ailemize bağlamasıdır. Herhangi bir davranışımızda, aileye ait olduğumuzdan emin olursak, vicdanımızı iyi hissederiz. Aile prensiplerine ve değerlerine aykırı davrandığımızda aidiyet duygumuz tehlikeye girer ve vicdanen kötü hissederiz. Vicdanımızı iyi hissetmek için, davranışlarımızı değiştirir ve aileye olan bağlılıktan emin olacak şekilde davranırız. Vicdan bu noktada, sistemle uyumlu olup olmadığını ölçen bir denge unusuru olarak çalışır. Vicdanın temiz olması, aidiyet duygumuzdan emin olduğumuz anlamına gelir. Vicdan azabı ise, aidiyetimizin tehlikeye girdiğini gösterir.
Her ailenin farklı temel prensipleri ve değerleri vardır, her aile bireyinin, birbirleriyle aynı olmayan, farklı vicdanları vardır. Bu nedenle vicdan, genel geçer kabul gören yasalar ve gerçeklerle ilgili değildir, görecelidir ve kişiden kişiye, topluluktan topluluğa farklılıklar gösterir. Çoğunlukla, kendi vicdanımızın herkes için geçerli ve doğru olduğunu düşünürüz. Bu nedenle de diğer insanların vicdanlarını kendi vicdanlarımıza dönüştürmeyi isteriz ve bunun için özel çaba sarfederiz. Bunun diğer insanlar içinde iyi olduğunu düşünürüz.
Birçoğumuzun ve pekçok toplumun hayatında önemli etkisi olan “din” olgusunu örnek alacak olursak; bir müslüman ya da hiristiyan kendi dinini, kendi tanrısının izlenmesini ister. Kendi vicdanlarının tanrısı izlensin ister. Burada söylenmek istenen şey; benim aidiyet prensiplerimi ve değerlerimi benimsedir aslında. Bir başka açıdan, yargılama da üstlenilmiş olunur. Böylece masum ve samimi misyonerlik olarak başlayan faaliyetler bir vicdan savaşına dönüşür, her vicdan kendi dininin izlenmesi çabasına girer. Esasında, yaşanılan bu savaşlarda, her iki tek tanrılı dine mensup insanlar, kendi ordularının galip gelmesi için aynı tek tanrıya dua ederler, bizim yanımızda ol diyerek. Bu şekilde dua eden insanlar kendi ailesinde, grubunda, toplumunda, ülkesinde rahattır. Her iki taraf insanlarının vicdanları rahattır, çünkü aidiyetlerinden emindirler. Ölenler, cennete gönderilip onurlandırılmış, öldürenler de, halk kahramanı olarak onurlandırılmıştır. Herkes kendi bireylerinin ölüsüne ve öldürenine bakar. Karşı tarafa kimse bakmaz. Çünkü herkesin aidiyeti kendi ailesinde, kendi toplumunda, kendi ülkesinde sorgulanacaktır. Oysa yaşanan gerçek ortadadır. Her iki taraftanda öldüren ve öldürülenlerin varlığıdır ve bu acıya bakılmadığıdır.
Irak’ta onlarca insan öldürmüş bir Amerikan askeri ülkesine döndüğünde halk kahramanı olarak karşılanır. Bir kaç ay sonra kendi ülkesinde alkollü araba yapar, kendini masum, suçsuz hisseder ve Amerikan toplumuna aidiyetini de güçlendirir, vicdanı rahattır. Aynı kişi istemeden de olsa bir kişiyi yaraladığı için masumiyetini yitirir, suçlu hisseder ve yaşadığı toplum tarafından da cezalandırılır. Yaşadığımız ülke dahil dünyanın birçok ülkesinde buna benzer çelişkiler ve akıl tutulmaları yaşanır.
İşin özünde bu durum, bir aileye, gruba, ülkeye aidiyetimizi içerir. Ve tüm bunlar ve diğerleri, eğer bizim vicdanımıza uygun davranmıyorlarsa dışlamak zorunda kalırız. Bu nedenle bütün ayrılıkların temelinde iyi vicdan vardır. Bütün savaşlar, büyük çatışmalar kaynağını iyi vicdandan alır. Dışlananlar ve iyi-kötü yargısı vardır.
Aidiyet neden bu kadar önemlidir? Neden ait olmak isteriz ailemize, ilişkilerimize, grubumuza, ülkemize? Vicdanın alt yapısında aidiyet vardır, aidiyetin alt yapısında ne vardır? Aidiyetin alt yapısında insanın varoluşunun en temel korkusu olan ”ölüm korkusu” ve en derindeki isteği olan ”güvenlik ihtiyacı” vardır.
Ancak ruhun aklının hareketini izlediğimizde (evrensel, küresel vicdan); yani her an ruhla bağlantıda olduğumuzda; ruhsal akılla herşeyi olduğu gibi algılar ve aynı sevgi düzeyinde hareket ettiğimiz için, hiç kimseyi dışlamayız, senin ölün, benim ölüm yoktur , sadece ölüm vardır. Herkes aynı ruhun aklı ile hareket eder. Ve ruhun aklı ile bağlantıda olduğumuzu bildiğimizde, herkesi, herşeyi olduğu gibi kabul eder ve herkese aynı sevgiyi duyarız. Bu muazzam ve çok önemli bir değişikliktir. İyi ve kötü arasındaki ayırımı geride bırakırız. Bunu öğrendiğimizde herkese kalbimizde yer vardır. Herkesle, herşeyle uyumlu oluruz. Vicdanın sınırlarının ötesine geçeriz. Bu da ruhsal büyümedir.
Çocukların genel davranış eğilimlerine bakacak olursak; çocuk aileyi korumak ister ve bunu iyi vicdanla yapar. Bunu yaptığında çocuk aileyi sevdiğini hisseder. Ancak üstendiği bu iyi vicdan ile, kendi açısından olumsuz süreç ve sonuçları yaşamasına neden olur. Bu çeşit bir vicdan, kişisel vicdandır ve iki şekilde hissedilir.
1-Rahatlık, memnuniyet ve masumluk
2-Rahatsızlık, acı ve suçluluk
İyi vicdan ve kötü vicdan bu iki hisle tanımlanır.
Bir diğer vicdan türü; kolektif vicdandır. Bu vicdan sistemiktir. Yani; kişisel vicdanda gördüğümüz suçluluk ve masumiyete ilişkin duygularımızın üzerinde yer alır. Herhangi bir davranışımızda, kolektif vicdana aykırı hareket edip etmediğimizi anlayamayız. Ancak bedenimizde, ruhumuzda yarattığı tıkanıklarla, hastalıklarla etkisini hissederiz. Kolektif vicdan iki temel yasayı izler.
1-Önce gelenin önceliği hiyerarşisi
2-Herkes eşit derecede aidiyet hakkına sahiptir.
Önce gelenin önceliği yasası bazı kültürlerde hala hissedilir. Örneğin; Türk toplumunda, ailelerde küçük kardeş büyük kardeşe ağabey yada abla diye seslenir. Hindistan’da küçük kardeş büyük kardeşe ‘sen’ demez, ‘siz’ der. Avrupa toplumlarında bu yasa hissedilmez.
Herhangi bir kimseye, herhangi bir nedenle ben senden daha iyiyim dediğimizde, O’na, benim senden daha fazla yaşamaya hakkım var deriz aslında. Kolektif vicdanın ikinci temel yasası böylece çiğnenmiş olur. Katil-kurban ilişkisinde katilin kabul edilmeyişi veya kurbanın yok sayılması durumunda da kolektif vicdan yasası gereği daha sonraki kuşaklardan birileri bu katili veya kurbanı ya da her ikisini aynı anda bir kişi temsil etmek durumunda kalır. Psikozda, özellikle şizofrenide bu çok açık görülmektedir.
Yakın ilişkilerde ve ailelerdeki trajedilerin kaynağı büyük çoğunlukla, aidiyetimizi, alma-verme dengesini ve toplumsal düzen ihtiyacını koruyan kişisel vicdan ile aile sistemini koruyan kollektif vicdan arasındaki çatışmalardır. Bizim üzerimizdeki daha büyük güçle, etkisini hissettiğimiz ve deneyimlediğimiz, aynı zamanda biz insanlar için her zaman gizemini ve esrarını koruyacak olan ruhun aklı ile bağlantıda olur ve hareket edersek başka bir alana geçeriz. Vicdanın sınırlarının ötesine geçeriz. Suçun sınırlarının ötesine geçeriz. Bir şeyleri telafi etmenin, dengelemenin ötesine geçeriz. Aynı zamanda çok mütevazi ve haddini bilmiş oluruz.
Sonuç olarak, hayatımızda ne olursa olsun, ailemizde, çocuklarımızda, ilişkilerimizde ne olursa olsun, bu alana geçtiğimizde, herşey bizim zihnimizde oluşturduğumuz sınırlı fikirlerimizin ötesindeki daha büyük bir gücün etkisine girer. Bu alanda, acıya, suça evet deriz. Olana olduğu haliyle evet deriz. İyi yada kötü kavramlarımız olmaz. Olanı olduğu haliyle kabul ettiğimiz içindir ki, acımızın, suçumuzun ötesine geçeriz ve büyük bir sakinliğe ulaşırız. İçsel barışa ulaşırız. Dingin oluruz.
Göksel Karabayır